Çağrı

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

 1.BÖLÜM

 Sömestr dönemine gelmiştik, o zamanlar üçüncü sınıfa gidiyordum. Okul başarım çok çok kötüydü farkındaydım ama okumak istemiyor, çalışmak istiyordum. Kendi paramı kazanmak ve harcamak. Öğretmenimin verdiği karneyi sanki iyi not almışım gibi sallaya sallaya gururla eve götürüyordum. Karnemde ŞÖK yazıyordu. Arkadaşlarıma “Oğlum bak ben ŞÖK’le geçtim,” diye hava atıyordum kendimce. ‘Şube Öğretmenler Kurulu’ kararıyla geçmiştim yani. O kadar derslerim berbattı ki belki bu yöntem kurtarmıştı beni.

“Anne bak karnem,” diyerek uzattım karnemi. Annem karneyi açmasıyla küplere binmesi bir olmuştu.

“Bu notların hali ne Çağrı, utanmıyor musun böyle bir karneyle eve gelmeye?”

Bu ve benzeri pek çok soru ardından birkaç tanede terlik darbesiyle ağlayarak odama atmayı başarmıştım kendimi. Akşam babam geldiğinde onunla konuşacaktım. Okumak istemediğimi ciddi olarak açıklamak istiyordum. Ama gel gör ki ağlamaktan uyuya kalmışım. Annem de bana olan sinirinden beni uyandırmaya tenezzül etmemiş.

Küçük ve çelimsiz parmaklarla kafama birkaç şaplak yiyerek uyandım. Şaplak atan altı yaşındaki kardeşim Ceren’den başkası değildi. “Abiciğim ne yapıyorsun sabah sabah?” dedim ve vurmaya devam eden minik ellerini tek avucuma sıkıştırarak yataktan doğruldum.

“Senin yüzünden annemle babam bir sürü kavga etti abi.”

“Kavga mı ettiler…” şaşırmıştım, “Neden? Ne oldu ki?”

“Bilmiyorum ki,” dedi şaşkınlıkla dudağını büzerek. Ellerini bıraktım. Kollarından tutarak yatağıma oturttum. Ondan, geceyle ilgili detaylı bilgi alma niyetindeydim. Anlattıklarına göre olay karnemle ilgiliymiş. Ceren’in yanaklarından öperek elimi yüzümü yıkamaya gittim ve sonra onu da alarak alt kattaki mutfağa gittik.

Cumartesi günüydü. Babam dedemden kalma ahşap koltuğa oturarak gazetesini açmış okuyordu, annem ise mutfaktaydı. Eşarbının alt uçlarını tepesinde bağlamış hararetle bize kahvaltı hazırlamaya çalışıyordu. Ceren koşarak mutfağa gitti; sandalyeye zıplayarak çilek reçeline elini batırdı ben de o ara babamın yanına gidiyordum ve bir bağırtı koptu. “Çağrı gel buraya!” koşarak mutfağa gittim. Annem elindeki ahşap kaşığı tehditkâr olarak bana doğrultmuştu. “Ceren her yeri batırdı. Götür üzerini değiştir, elini yüzünü de yıka.” Ceren çok korkmuştu bende annemin yanında fire vermeden aldım onu ve kıkırtılarla önce banyoya gittik sonrada ona kıyafet giydirmeye. Aşağıya indiğimizde babam masadaydı, annem de çayları koyuyordu. Hemen biz de yerimize oturduk. Kahvaltı çok sessiz ve ciddi şekilde başlamıştı ve öyle de devam etti.

“Nazan teyze Çağrı evde mi?” ses tanıdıktı. Bahçe kapısından ince boyunlu kafasını uzatarak seslenen arkadaşım Ahmet’ti. “Geliyorum Ahmet,” diye heyecanla bağırdım ama babam ben daha sandalyemden kalkmadan atıldı. “Çağrının işleri var Ahmet, o gelemez.” Bir babama bir de kapının önündeki arkadaşıma bakıyordum. Üzülmüştüm ama hareket edemeden tekrar oturdum. Saatler sonra babamla birlikte dışarıya çıktık.

“Bugün ne yapacağımızı biliyor musun Çağrı?”

“Hayır baba. Ne yapacağız?” diye sordum korktuğumu belli eden titrek ses tonumla. Ceren’in bahsettiği, geceki olayın başıma patlayacağını düşünmeye başlamıştım.

“Bugün baba oğul seninle vakit geçireceğiz. Karnenin çok kötü olduğunu gördüm ve çalışmak istiyormuşsun. Annen söyledi. Bu sözü söylediğine inanmak istemiyorum. Gerçekleri biraz da senden dinlemek istiyorum.” Koyu kahve gözlerini bana dikmiş dikkatle bakıyordu babam.

Başımı yere eğmiştim panikle. O kötü karneyi mutlulukla taşırken bu şekilde strese gireceğimi ve hatta yerin dibine geçeceğimi hesaba katmamıştım. “Özür dilerim baba ama annem doğru söylüyor. Okula gitmek istemiyorum. Zaten okuma yazmayı öğrendim neden hâlâ okula gitmem gerekiyor ki anlamıyorum?”

“Okul, sadece okuma yazma öğrenmekle bitmez Çağrı. Okul, senin geleceğindir hatta belki okulda kazanacağın gelecek tüm insanlığın geleceğini kurtarmak için vesile olacaktır o yüzden okula çok önem vermelisin. Sürekli yeni bilgiler öğrenip kendini geliştirmek zorundasın.”

“İyi de baba bunu okulun dışında yapamaz mıyım? Çalışarak kendimi geliştirsem hem para kazanmış olurum. Senden de para istemem, güzel olmaz mı?”

“Olur, tabi Çağrı. Ama bunun için daha çok küçüksün. Senin yapman gereken en önemli iş okumak.” O sırada dere kenarında bir kafeye gelmiştik. Dere manzaralı bir masaya oturduk. Kızarmış dondurma almıştık. Babam çay içiyordu bende portakal suyu içiyordum. Babam bana bakarak sağ elini masaya koydu. Başparmağı ve işaret parmağı onu bildim bileli yoktu. Bir şey anlatacak gibiydi. Kesik parmaklarına bir müddet baktıktan ve derin bir nefes alıp vermeden sonra konuşmaya başladı. “Bak oğlum,” dedi elini daha yakından görmem için bana uzatarak. “Bunun nasıl olduğunu sana anlatmış mıydım?”

Biraz garipsemiştim. Onun doğuştan olduğunu düşünüyordum. “Doğduğundan beri elinin öyle olduğunu sanıyorum baba,” dedim. Kendimden emindim.

“Hayır, evlat. Belki uzun olacak ama anlatayım. Ben senden çok daha küçükken çalışmaya başladım. Birinci sınıfı çok başarılı şekilde tamamlamıştım. Babam; ‘İyi, bu çocuk her şeyi biliyor. Daha da okumasına gerek yok. Tarlada çalışacak adama ihtiyaç var. Bunu artık okula gönderemem,’ demişti. İlk yılımdan sonra tarlaya, hayvanların peşinde yaylaya gidip durdum. Hep koşturdum. Ağır işler yaptım. Mesela senin ağırlığın kadar iki çuval düşün. Sağ elime birini sol elime birini alıp saatlerce taşır dururdum. Ellerim çok acırdı. Hatta işim bitince kollarım sızlardı, onları kaldıramazdım bitkinlikten. Hayta, sen bir bardak su getirmiyorsun bana.” Babam bu sözden sonra gülümsemişti. Şaşkınlık içinde onu dinlerken bende gülmüş bulunmuştum. Güldükten sonra sözün doğruluğunu kabul ederek utanmaya devam etmiştim.

“Bu, ben on yaşıma gelene kadar devam etti. O zamanlar köyde bir marangoz atölyesi kurulmuştu. İlçeye kereste hazırlayıp gönderiyorlardı. Marangozun önünden geçerken o yeni kesilmiş ağaçların kokusu çok hoşuma gitmişti ve koca koca ağaçları biçimli şekilde kesip kapıya yığıyorlardı. Babama yani dedene üç gün yalvardım o marangoz atölyesinde çalışmak için. Sonunda deden kabul etti ve beni oraya çalışmak için gönderdi. İlk başlarda her şeyin yaptığım onca işten sonra kolay olacağını düşünüyordum. Sonuçta sadece odun kesiyorduk. Ama ilk haftadan sonra her şey gittikçe zor olmaya başladı. Kapıdaki keresteleri yağmur yağınca tekrar içeriye aldırıyorlardı benim iki belki üç katım keresteleri tek başıma içeriye o yağmurda koşuşturarak alıyordum. Islanmış keresteler çok daha ağır hale geliyordu, çoğu zaman yerinden kaldırmakta zorlanıyordum. Her yerim talaş oluyor, elime talaş parçaları batıyordu; o kadar küçüktüler ki çok sinirimi bozuyorlardı.”

“Talaş ne baba?” dedim. O kadar konunun içinde buna mı takıldın der diye babama çekinerek bakıyordum.

“Küçük odun parçaları oğlum,” dedi babam, sakin bir şekilde ve kaldığı yerden devam etti.

“ Bir sene boyunca ‘keresteleri güvenli yerlere taşı, nakliye arabalarına yükle, ortalığın tozunu temizle’ gibi işlerle uğraştım. Ama içimde hep okuma isteğim devam ediyordu. Ustamdan izin almıştım; birkaç ahşabı birleştirerek kendime küçük bir dolap yapmıştım, içine kitap koyuyordum. Molalarımda okumaya çalışıyordum ama pek mümkün olmuyordu; molalarımız çok kısa oluyordu.

Çevre köylerden sürekli sipariş gelirdi bize. Bazı akşamlar babam her işi halledip eve gitse de ben atölyede toz almaya, ustaların istekleri peşinde koşmaya devam ediyordum. Üç dört saat uyuyup tekrar çalışmaya gittiğim günler bile oluyordu. İyi de para kazanıyordum; deden o paralarla daha rahat çalışmaya başlamıştı ama ben rahat değildim. Benim tercihim olduğu için o da bana karışmıyordu.”

“Bütün paranı mı dedeme verdin peki?”

“Köy yerinde benim yaşımdaki bir çocuğun para harcayacağı pek bir yer olmazdı. Deden genelde tohum, yem vs. alırdı o paralarla. Hatta traktör de almıştı. Ben sırtımda odun taşırken babam traktör üzerinde önümüzden geçer tarlaya giderdi. Artık onun yanında olmak istiyordum, ona imreniyordum, bazen de sinirleniyordum benim paramı harcıyor diye. Ama bırakamıyordum işimi. Ustam çok katı birisiydi. ‘Artık benim yanımdasın. Senin hayatın artık bu atölye. İşinin başında dur, şu işi biran önce öğren de sende kereste kesmeye başla,’ diye beni her gün azarlardı. Hep korkardım. Ya iyi bir iş çıkaramaz işi berbat edersem diye. Çünkü yanlış yaparsam babamın da işleri kötüye gidebilirdi. Adeta o atölyede hapsolmuş gibiydim.”

“Peki, oradan nasıl kurtuldun baba?”

“Aslına bakarsan Çağrı, o işten kurtulmadım. Birkaç yıl daha o eziyeti çektim. Yeni ustalar gelirdi; çok disiplinli, deneyimli olurlardı ve her yeni usta daha çok ezerdi beni. Her gün neredeyse beş on kere dayak yediğim olmuştur. En basit dayağı ustalar moladayken ahşap kesme dişlilerinden kırık bir tanesini değiştirirken geç kaldığımda yemiştim. Ustalar moladan gelene kadar hazır etmem lazımdı ama dişliler sıkışmıştı ne kadar zorlasam da açamadım o sırada usta gelip dişlinin olduğu gibi durduğunu görünce iri ve nasırlaşmış eliyle bana vurmuştu. O kadar sert vurmuştu ki kendimi yerde bulmuştum. Diğer ustalarda bana kahkaha atıyorlardı.”

“Kimse seni savunmadı mı baba?”

“Hayır, oğlum. Öyle bir ortamda bir çocuğu kimse savunmaz. Usta her zaman haklıdır. Döver de söver de. Kimse karışmaz.”

Bu beni çok ürkütmüştü. Gittiğimiz mağaza çalışanlarını düşündüm. Mesela bir kitap mağazasında çalışan kişi raflardaki kitapları hızlıca düzeltemediği için müdüründen bir sürü azar işitiyor olmalıydı. Ya da bir nakliyeci vaktinde ürünü teslim edemezse cezalandırılıyor olabilirdi. İnsanların biran zor şartlarda çalıştıklarını kafamda canlandırmıştım ve bu çok korkunçtu. Acımasızca bir sistemdi.

Çağrı

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Yazıver ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!